OSX ve Windows

Bu yazıyı yazıp yazmamayı epey düşündüm. Korkum gereksiz yere reklam yapmaktı ancak sonunda yazmaya karar verdim. İşin doğrusu şu anda bir mac mini aldım ve uzun süredir kullandığım mac book air’den hiç sorun olmadan tek adımda, bütün programları (kurulmuş olan programların tamamını), bu programların ayarlarını (hatta firefox’ta kaydedilen şifrelere ve gezinti geçmişine kadar) ve bütün kayıtlı verileri (mesela maillerimi) sorunsuz bir şekilde bir OSX sisteminden diğerine taşıyabilmiş olmamdır.

Yıllardır windows kullanıyorum ve iki sistemi karşılaştırıyorum. Şu anda convertable book ismi ile piyasada olan Toshiba’nın u925t ultrabook’unu da aldım ve windows 8 ne yazık ki ilk word dokumanını açtığımda mavi ekranı sergiledi.

Elbette windowsun çok farklı platformları destekleme avantajı, kendi ürettiği donanımda değil de farklı firmaların donanımlarında çalışıyor olması gibi avantajları ve bir işletim sistemini çok zorlayan özellikleri var. Ancak buradan biz bilgisayar mühendislieri için çıkarılacak çok ders olduğunu düşünüyorum.

Apple, benim görebildiğim kadarıyla çok ciddi anlamda test ve tasarım üzerine yoğunlaşmış. Windows sistemlerde hayatta olmaz dediğim, ve hatta hayal bile edemediğim şeyleri düşünmüş, çözmüş ve çıkabilecek problemlerini test etmişler. Yıllarca apple sistemlerini fiyatları yüzünden eleştirirdim ama son yaşadıklarımdan sonra bir kere daha OSX işletim sisteminin ne kadar başarılı olduğunu söylemek ve hakkını teslim etmek zorundayım.

Ayrıca OSX’in en sevdiğim yanı, yıllarca alıştığım Unix ve Linux alt yapısı üzerine kurulu olması ve komut sisteminin ve işletim sistemi tasarımının uyumlu olması. Sadece bir paket yönetim sistemi ve grafik arayüzü eklenmiş (tabi sistem her aşamada elden geçirilmiş) ve sunulmuş hissi var. Bu da benim gibi Linux ortamına alışan kişiler için bir artıdır.

Kısacası, yıllarca ve hala windows kullanan birisi olarak OSX gerçekten çok daha güzel ve farklı bir rüya gibi. Ama işin bir diğer yanı da oyunlar ve bazı programlar için hala windows’a bağlı olunduğu gerçeği.

Çıkarılacak ders ise, bir sistemi piyasaya sürmeden önce öldürene kadar test edilmesi gerektiği. O kadar çok test yapın ki kullananlar hayran kalsın.

Insandan da virus olur mu?

Yazan : Şadi Evren ŞEKER

Evet günlük hayatımıza giren bilgisayar virüsleri ve vücüdumuza hergün giren ve çıkan sayısız biyolojik virüs ve sosyal hayatımızın, toplumun bozulması veya bir amaç uğruna yoğrulmasını hedefleyen sosyal virüslerin yanında acaba bizler, birey olarak, hiç fark etmeden birer virüs gibi, birilerinin işine gelen şeyleri topluma bulaştırıyor olabilir miyiz?

Ne yazık ki uzun süredir bilerek veya bilmeyerek bunu yapıyoruz. Hem bilişim dünyasında çok da hızla yapılan bir iş bu. Bu yazıyı yazmama sebep olan olay basitçe microsoft firmasının yeni office paketi 2013. İlk izlenim olarak çok fazla yeni şey getirMEyen ve bir devrim niteliğinde olMAYan yeni paketin ilk karşılaştığım ve hayatıma hemen etki eden en büyük özelliği office 2013 ile kaydettiğim dosyaları başkalarının açamıyor olması.

Aslında biz bu filimi daha önce gördük. Hemen her sürümünde bir uyuşmazlık sorunu olarak kendi ürettiği eski office paketleri tarafından bile desteklenmeyen yeni dosya yapıları getiren microsoft bir kere daha “benim ürünümü satın alırsanız ömrü 2 yılı geçmez” kaidesini hatırlatıyor ve artık bir önceki office paketinin kullanılamaz hale geldiğini duyuruyor.

Henüz kontrol etmedim ama adım gibi eminim, eski sürümlerin yeni dosya yapısını desteklemesi için çevirmeye yarayan (converter) çok sayıda 3. firma tarafından piyasaya sürülen yazılım olduğundan eminim. Bu da bir sektör oluşturmanın ve para kazan(dır)manın farklı bir yolu.

Gelelim son kullanıcının nasıl virüs olduğuna. İşte 2013 kullanıyoruz ya, geçen hafta kaydedip yolladığım bir sunum dosyasını açamayan 2 arkadaşım bugünlerde 2013 için fiyat arayışındalar.

Eskiden virüs yazanların hatırı sayılır bir kısmı üniversitedeki gençlerdi. O zamanlar çok gelişmemiş olan siber suç mücadelesi ve bunları içeren kanunların da el vermesiyle, üniversite sunucularından yayılmaya başlayan virüsler azımsanmayacak kadar çoktur. Hatta hayatımızı değiştiren çoğu şeyin bir şekilde amerikadaki bir kaç üniversite ile yolları mutlaka bir yerlerde kesişmiştir.

Sanırım microsoft ve diğer firmalar bunun farkında ki, üniversite kullanıcılarına mümkün olan en uygun fiyattan! son teknoloji ürünlerini veriyor. Eh günde ortalama 7-8 saat bilgisayar başında geçiren birisi olarak da bu virüsü istemeye istemeye bütün dünyaya yayıyoruz.

Ne diyelim her açıdan bakıldığında başarılı bir pazarlama stratejisi. Zaten “işletme bilimini” bu yüzden seviyorum. Bilgisayar bilimlerindeki çoğu çığır açan fikir (örn. oyun teorisi, genetik algoritmalar, veri madenciliği v.b.) işletmeden alınmadır. İşletme biliminin en önemli özelliği aynı zamanda ampirik bir bilim olması ve deneye dayalı sonuçları topluma adapte edebilme özelliğidir.

Şöyle bir bakınca nereden nereye dedirtecek nezle virüsünden microsoftun office pazarlama stratejisine giden bir yol, gerçekten ibretlik. Üzücü olan ise, nezle virüsünü kapan her bireyin istemeyerek de olsa bu virüsü yayması gibi, bizler de bir firmanın virüs gibi bize enjekte ettiği ürünleri yayıyoruz. Hem de bunun yayılmasını kolaylaştırmak için özel olarak tasarlanmış İnternet üzerinden.

Üniversiteler, Akademisyenler Ne İşe Yarar?

Artık üniversite ile ilişkisi olmayan kalmadı gibi.  Neredeyse herkesin ailesinde en az bir üniversite mezunu, herkesin hayat hikayesinde bir üniversite sınavı var diyebiliriz.

Ancak üniversitenin ne olduğunu veya ne yapması gerektiğini kimse açıkça söylemiyor. Sanırım bir “yasak” olarak saklanıyor. Çoğu üniversite mezununa bile sorsanız eksik veya yanlış cevap vereceğinden eminim. Zaten, üniversitelerin bu halde olmasını, biraz da insanların hatta akademisyenlerin bile kafasında oturttuğu yanlış yere borçluyuz.

Pek iyi, üniversite nedir? ne işe yarar?

Üniverstenin tanımlı 4 ana görevi vardır, diğer bütün faaliyetleri bu 4 ana çatı altında toplanabilir:

1. Araştırma yapmak/Fikir üretmek (bu her zaman 1. sıradadır, çünkü araştırma yoksa, verilecek bir eğitim yok demektir)

2. Eğitim vermek/insan yetiştirmek ( öyle ya araştırma için insan lazım)

3. Bilirkişilik hizmetleri/Bilgilendirme

4. Toplumsal konularda, topluma yol göstermek.

Gelelim bu yazıya neden ihtiyaç duyduğumuza! Çünkü birileri üniversite kavramını yeniden tanımlıyor. Zaten en tehlikeli şey, bir kavramın yeniden tanımlanmasıdır. Üniversiteyi sadece eğitim verilen bir yer zanneden, azımsanmayacak bir çoğunluk giderek artıyor. Üzülerek belirtiyorum ki bu kişiler ne yazık ki akademisyenler arasında bile var.

Bakın, üniversite tanımı itibariyle her zaman, herkese, her fikre, her çalışmaya açıktır. Üniversitenin mesai saati olmaz. Üniversitede fikir ayrımı, din, dil, ırk ayrımı olmaz. Herkes düşüncesini özgürce ifade edebilir ve her fikir tartışılabilir. Bu üniversitenin özünden gelir.

Türkiyede birileri üniversiteleri liseye çevirmeye çalışıyor. Neler mi oluyor. Birincisi üniversiteler liseler gibi sadece gündüzleri açık birer kurum olarak tasarlanıyor. Oysaki araştırmanın saati olmaz, zaten iyi bir üniversitenin en belirgin özelliklerinden birisi de 24 saat çalışan birilerinin bulunmasıdır.

Yine bununla yetinilmiyor, birileri araştırma olmadan fakülte veya bölüm kurabiliyor. Oysaki fakülte, tanım itibariyle bir ekol gerektirir. Yani mesela neden aynı şehirde ikinci bir üniversite kuruluyor? Akademik olarak bunun izahı nedir? Akademi şayet paraya hizmet ediyorsa, para kaygısıyla üniversite kurulduğu söylenebilir, akademi şayet politikaya hizmet ediyorsa, politik kaygılarla kurulduğu da söylenebilir ancak akademik olarak ikinci bir üniversitenin tek izahı (diğer bütün kaygılardan ırak olarak) farklı bir ekol kurmaktır. Her fakülte bir ekoldür. Yani A üniversitesinin mühendislik fakültesi ile B üniversitesinin mühendislik fakültesi arasında bir ekol farkı olmuyorsa bu üniversitelerin/fakültelerin kuruluşunda bir sakatlık var demektir. Ya da daha acısı, başka kaygılar güdülüyor demektir.

Mesela, mezun olan kişinin problemlere yaklaşmasından, ortaya koyduğu ürünlerden, düşünme şeklinden, hangi fakülteye, hangi üniversiteye ait olduğu açıkça söylenemiyorsa, bu fakülteler işlerini yapamıyorlar, yeni bir ekol ortaya koyamıyorlar, birbirini kopyalayıp duruyorlar demektir.

Gelelim üniversitelerin farklarına. Günümüzde ismi “eğitim üniversitesi” olan üniversiteler çıkmaya başladı. Sadece Türkiyede değil, dünyanın her yerinde bu sektörü karlı gören pek çok yatırımcı ticari amaçlarla bu sektöre girdi. Ne yazık ki maddi sıkıntıları olan pek çok akademisyenin de prensiplerinden taviz vererek “eğitim üniversitlerinde” yer bulduğunu üzülerek görüyoruz.

Burada önemli bir hususu belirtmek isterim, özel veya vakıf üniversitesi ile devlet üniversitesi ayrımı “eğitim” ve araştırma üniversiteleri arasındaki ayrım ile aynı değildir. Çok iyi araştırmalar çıkaran vakıf üniversiteleri olduğu gibi, eğitim amacıyla kurulan pek çok devlet üniversitesi de vardır (veya tam tersi).

Pek ala, diyelim ki listemizdeki 3. bilirkişilik (expertise) hizmetini de mahkemelere sunulan bir hizmet olarak görüyoruz veya ancak birileri üniversitenin kapısını çalıp bir konuda fikir danışdığında bu hizmeti “istersek” veriyoruz.

Listemizdeki 4. madde olan toplum ile olan ilişkilerimiz ne durumda?

Her akademisyenin sorması gereken en önemli soru bu. Bugün kaç kişiye faydam dokundu? Daha da belirgin olması açısından soruyu netleştiriyorum, “Bugün akademi dışındaki kaç kişiye faydam dokundu?”. Çünkü araştırma, eğitim ve bilirkişiliğin dışındaki dördüncü maddeden bahsediyoruz. Bir akademisyenin, zaten öğrencilere faydası dokunması, zaten araştırma yapması gerekiyor. Bunun dışında, günlük hayatını yaşayan, onlarca meslek kolunda çalışan, hatta hayatında hiç üniversiteye gitmemiş kişiler için neler yapıyoruz? Bu kişilere ulaşıp dünyadaki gelişmeleri bu kişilerin ufkunu açıcı yenilikleri paylaşıyor muyuz? Bu kişilerin soruları / sorunları ile ilgilieniyor muyuz? Yoksa kapalı kapılar ardında “bilim” ile mi ilgileniyoruz?

Evet toplumsal olaylarda, basın, üniversitelerin kapısını çaldığında bilgilendiriryoruz. Mesela deprem olduğunda, televizyonlar profesörlerle doluyor, veya savaş tehdidi olduğunda akademisyenler/stratejistler her kanalda çıkmaya başlıyor. Peki basın kapıyı çalmadığında da bir gayretimiz var mı?

Mesela, bir bilim insanının en belirgin özelliği, uğraştığı en karmaşık şeyleri bile, bir çocuğun anlayacağı basitlikte anlatabilmesidir. Üniversitelerin bir görevi de, herkesin bilgilenmesini sağlayacak, halka yönelik (şimdilerde popüler diyorlar), bilginedirme kanalları kurmasıdır. Mesela niçin halka açık seminerler toplantılar yapmak yerine, bir grup insanın kapalı kapılar arkasıında toplandığı toplantılar yapmayı tercih ediyoruz? Tamam bunlar da olsun, belki sadece o konuda uğraşan az sayıdaki insanın yıllarını vererek geldikleri noktayı bir adım iler götürme çabası için bunlara ihtiyaç var; ama bu toplumun da üniversitelere ihtiyacı yok mu? Gerçekten halk ile tam anlamıyla kaynaşmış bir üniversitemiz var mı? Gerçekten bir iş adamı, bir sanayici, bir tüccar veya bir çiftçi, bir konuyu danışmak istediğinde gideceği ilk yer üniversiteler mi? Hele ki bu kişiler üniversite sıralarında yıllarını harcamış üniversite mezunu kişilerse ve bir fikir danışmak için bile üniversitelere gelmiyorlarsa … Yazının geri kalan kısmını yazmayacağım. Ancak insanlar gerisini yazıyorlar. Yukarıdaki 4 maddeye ilave bir madde olarak “diploma verilen yer” diyen çok sayıda yorumu, biraz internetten araştıranlar görebilir. İşte buna üzülmeyen, buradaki vahameti görmeyenin de bence üniversitede yeri yok.
Başta sorduğumuz soruya cevap verelim, bir ülkenin en değerli kurumları, beyni, üniversiteleridir. Bir toplumun, kültürü, birikimi, tarihi üniversiteleridir. Bir ülkenin geçmişi ve geleceği üniversiteleridir. Daha çok çalışacağız…

Bilgisayar Mühendisliğine bir darbe daha

Yıllardır pek çok badireler atlatan ve belini zar zor doğrultan bilgisayar mühendisliği eğitimine bir darbe de TEKNOLOJİ FAKÜLTELERİ ile vuruldu.

Şimdi, aynı üniversitede iki bölüm olur mu? Bu iki bölümün farkı nedir? Aynı üniversitede birisinin puanı diğerine göre çok daha düşük bir bölümden başvuran adaya aynı unvanı vermek ne kadar doğru? gibi soruları bir kenara bırakıp doğrudan işimi, yani programları ve mezuniyet sonrasını incelemeye koyulmak istiyorum.

Öncelikle, bu sitede de daha önce yazdım, bilgisayar mühendisliği eğitimi almamış birisinin bilgisayar mühendisliğinde hoca olmasını doğru bulmuyorum. Elbette olabilir ama herhangi bir bölümde, en az %70 alanın hocası olur, en fazla bir %30 civarında farklı alanlardan hocalar gelip bölüme, derslere/araştırmalara katkıda bulunabilir. Bu oranın tersine çevrilmesi yani çoğu hocanın alan dışı olması ise tam bir problemdir. Hele ki bilgisayar mühendisliği eğitiminin verildiği bir yerde, öğrencilerinin hayatlarının en güzel 4 senesini harcatıp, tek bir bilgisayar mühendisinden ders almadan öğrencileri mezun etmek, ve bir de bu öğrencilere, “artık bilgisayar mühendisi oldunuz” demek affedilemez bir hatadır.

Biraz öğrencileri dinleseler, mezunları dinleseler görürler ki, “üniversitede bir şey öğrenilmez”, diyen azımsanmayacak bir çoğunluk bu yüzden artıyor. Çünkü gerçekten bu öğrencilere gereken şeyler öğretilmiyor. Bilgisayar mühendisliği gibi sektörün en yüksek eğitimini vermesi ve yetiştirdiği kişilerin sektördeki en ehil kişiler olması gerektiği bir bölümün mezunları, sağda solda o yüzden programlama kurslarına gidiyorlar.

Tam yeni açılan üniversitelerin programları düzelmeye başlıyor işler yoluna giriyor derken bu sefer de Teknik EĞİTİM fakültelerinin ismi teknoloji üniversitesine dönüştürüldü. İlk başta ben de çok olumlu karşıladım. Sonuçta meslek lisesinden mezun olan ve fikrini değiştirip eğitimine devam etmek isteyen öğrenciler olabilirdi. Bu öğrencilerin ise sadece teknik öğretmenlikle sınırlanması doğru değildi. Bu öğrencilerin de bir meslek kazanması ve ekonomiye faydalı olması gayet güzel bir niyetti.

Ancak ! bu açılan yeni fakültelerin bilgisayar mühendisliği diploması vermesi tam bir fiyasko.
1. Kadrolar Problemli. Bu fakültelerin akademik kadrolarını oturup teker teker inceledim, hepsi eski teknik eğitim mezunları, formal bir mühendislik eğitimi almamışlar.
2. Müfredat Problemli. Programların bir kısmında temel bilgisayar mühendisliği eğitiminde olması gereken dersler bile yok. Eh tabi hazırlayan adamın bu eğitimden haberi olmayınca programda da aksaklıklar daha müfredattan başlıyor.
3. Bölümler Yetersiz. Çoğunun kadrosu yetersiz. 3-4 kişilik kadrolarla, devlet üniversitelerinde program açılıyor. Zaten bilgisayar mühendisliğinde hoca sıkıntısı varken bir de bu fakültelerin hoca bulması zaten çok zor.

Şimdi olayı iyi yanından ele alalım. Yurt dışına bakalım.

Evet, Avrupa’da ve Amerika’da böyle bir ayrım var, yani aynı diplomayı veren iki farklı bölüm, aynı üniversitede olabiliyor ve bu bölümlerin birisi daha çok piyasaya diğeri ise akademiye insan yetiştiriyor. Hatta Amerika için bir de tamamen para karşılığı diploma veren bölümler olduğunu söyleyebilirim. Ancak bunu herkes biliyor, yani o bölüme giden kişi de, ailesi de, akademideki herkes de, piyasadaki işe alım yapan herkes de biliyor ki bu adam akademik bir eğitim almıştır, bu adam piyasa eğitimi almıştır. Türkiyede yeterli bilinçlendirme yapıldığını sanmıyorum. Bunu sanan birileri varsa lütfen ilgili forumlarda mağdur öğrencilerin yazdıklarını bir okusun. Ayrıca bu daha sadece bir başlangıç, 1-2 yıldır eğitime başlayan bu fakültelerin daha mezunları piyasa çıkmadı, esas mezun verdiklerinde neler yaşanacak hep beraber göreceğiz.

İyi niyetimize devam edelim ve yurt dışına bakalım, hattın nereden çizildiğine dikkat edelim, birisi piyasa diğeri akademik eğitim veriyor. Yani piyasa eğitimi alan birisi daha sonra akademiye devam etmeyi düşünmüyor demektir. Peki problem nerede? Bu öğrenciler zaten meslek lisesinde, lise sonrasında piyasayı hedefleyen ancak karar değiştiren kişiler değil mi? Bu insanlara tutup bir engeli de üniversitede çıkarmanın anlamı nedir? Şimdi teknoloji fakültelerinden mezunları yüksek lisansa, doktoraya almayacak mıyız yani?

Aynı üniversitede aynı ünvanı iki farklı fakültede açan kişilerin bir bildiği var ki bu iki bölüm birbirinden farklı demektir. Yoksa olan bir bölümü bir daha açmanın, hele ki aynı isimle açmanın bir anlamı olamaz. O halde, bundan sonra öğrencilere “hangi bölümde okuyorsun?” sorusunun yanında, hangi fakültedeki bilgisayar mühendisliği, ya da hangi bölümden mezunsun sorusunun yanında “hangi fakültedeki bilgisayar mühendisliği” ya da mesleğin nedir sorusunun yanında “Mühendislikteki bilgisayar mühendisliği mi?” yoksa “teknolojideki bilgisayar mühendisliği mi?” gibi sorular mı sormamız bekleniyor? Bu ayrımın sebebi net olarak nedir?

Peki bu durumda, “teknoloji fakültesi” açan kişiler neden dönüp Mühendislik fakültelerini düzeltmiyorlar. Mesela 200 kişiye yakın öğrenci alan bilgisayar mühendisliği bölümleri var. Bu kadar akademisyenin yetişmeyeceği zaten bilinen bir gerçek. Neden bu bölümlerin kontenjanlarını 20-30 gibi makul sayılara indirip, hoca sayılarını arttırıp, yüksek lisans ve doktora programlarını güçlendirip, piyasa eğitimini teknoloji fakültelerine bırakmıyorlar?

Tabi hepsinin yanında bir de meslek lisesi mezunlarının mühendislik eğitimine geçişi durumu var. Ben kişisel olarak bu konuda bir problem görmüyorum, yani zaten lise eğitiminin çok iyi olduğu söylenemez, meslek lisesindeki öğrenci eğitim içeriği olarak, mühendislikte gereken içerikleri eksik alıyor olsa da çok fazla fark olacağını sanmıyorum. Ancak bu durum tabi başka bir yazının konusu, liselerdeki durum içler acısı olduğundan kötü ile daha kötü arasındaki fark çok da fazla değil.

Kısacası, Mühendislik fakülteleri, mühendis yetiştirir. Mühendis olmak isteyen bu fakülteye girer, eğitimini tamamlar (bütün sorunlara rağmen) mezun olur ve diplomasını alır.
Şayet yurt dışındaki bazı ülkeler gibi bir yaklaşıma gidilmek isteniyorsa bu fakülte açılarak çözülmez, bütün fakültelerin baştan elden geçmesi gerekir.
Sırf meslek lisesi mezunları da, mühendislik okumak istiyor diye meslek liselilere has bir fakülte açıp, aynı diplomayı vermek gibi bir akrobasi yerine; bu öğrencilerin de üniversite imtihanında eşit şartlarla yarışması sağlanır. Gerçekten hak eden hak ettiği gibi bölüme yerleşip eğitimini alır.

Gayet eminim ki, şimdi de bir kısım aileler, çocukları mühendislik eğitimi alabilsin diye, meslek lisesine çocuklarını vermeye başlayacaklar. Tamam meslek liseleri için güzel bir adım ama amacına, varlığına ters bir durum çünkü bu öğrencilerin amacı lisede meslek öğrenmek olmayacak.

Açık bir şekilde yazıyorum, meslek liselerine eskiden yapılan haksızlıktı, ancak bunu düzeltmenin yolu, Türkiye’nin en saygın ve en işini ciddi tutan fakültelerinden Mühendislik fakültelerine haksızlık yapmak, hele ki diploma fotokopisi çıkarmak için gibi bölüm fotokopisi çıkarmak değildir.

Zaman ve Biz

Zaman görecelilikten başka birşey değildir. Sadece bir uzay kapsülüne bindirilip bilmediğiniz bir süre uyuduktan sonra bilmediğiniz ve kimsenin olmadığı bir dünyada uyandığınızı düşünün. Yıl, ay, gün, saat, dakika, hepsi artık yok olmuştur. Bizim kullandığımız zaman kavramı, olaylardan başka birşey değildir, daha önce olmuş bir olay ve üzerinden “geçen” uzay cisimlerinin hareketlerinin sayısı. Ne enteresan ki uzay cisimleri her hareketini aynı şekilde yapmadığı halde, mesela dünyanın güneş etrafındaki her dönüşü aynı mesafe olmadığı halde, veya dünyanın kendi etrafında dönüş hızı sürekli yavaşladığı halde, bizim için zaman hep aynıdır.

Örneğin yapılan çalışmalar göstermiştir ki dünya her geçen yüzyılda 1.7 mili saniye daha yavaşlamaktadır. Dikkate alınmaya bile değmiyecek bir süre ama bizim zaman sistemimizin ne kadar aciz olduğunun göstergesi.

Zaman kavramı sadece geçmişi hatırlayabilmenin verdiği bir algıdır.

İnsan geleceği bilemez, tahmin veya hissedebilir ama bilemez. Geçmişe ise geleceğe göre daha vakıftır. Hatırlar, hem de pek çok insan birlikte hatırlar, birbirini doğrular, yazar, yazdıklarını arşivler, geçmişe daha hakimdir. Ancak sadece anlamak için, bir süreliğine insanın geçmişle olan ilişkisinin de gelecekle olan ilişkisi kadar zayıf olduğunu düşünelim, zaman kavramı kendini yitirir. O halde bizim tarih ve takvim ve zaman ve saat dediğimiz kavramların tamamı aslında insanın geçmişe ne kadar hakim olduğu ile ilgilidir ki bu bile çok tartışmalı ve çok zayıftır.

Şimdilerde çalıştığım “time series analysis” (zaman serileri analizi) konusunda uzaysal zaman analizi (spatial time series analysis) diye bir konu var. Derinine indikçe görülüyor ki zaman ve mekan kavramları birbirinden ayrılmaz kavramlardır. Zamanın varlığı ancak bir mekanda anlamlıdır ve mekanın varlığı ancak bir zamanda anlamlıdır. Bu algı, zamanın sonsuzluğunun, mekanın sonsuzluğunu gerektirmesi şeklinde de yorumlanabilir. Tabi bunlar çok önceden tartışılmış, mesela Newtonun zaman kavramında sonsuzluk hakimdir. Einstein ise bunun aksini iddia eder. Tartışma, “mutlak zaman” (absolute time) varlığının sorgulanmasında yatar. Einstein göreceli bir yaklaşım izler (relativistic) ve mutlak zamanın var olmasını ancak göreceli zamanın varlığına bağlar.

Tabi işin bir de quantum boyutu var, yani zaman sürekli midir (continous) yoksa kesik midir (discrete). Chronon (Türkçesini zorlamayacağım) ismi verilen bir kavrama göre zaman kesiktir, sürekliliği yoktur, ve chronon zamanın bölünemeyen en küçük parçasıdır (mekanın en küçük parçasının atom olduğunun iddia edilmesi ve bölündükten sonra daha küçük parçaların bölünemeyeceğinin iddia edildiği gibi).

La Traviata, Birinci Bölüm Sonu

Rus soprano (sonradan avusturya vatandaşlığına da geçmiştir) Anna Yuryevna Netrebko’dan Verdi’nin “Sempre Libera” aryası (daima özgür).

-Viloetta:
Özgür ve amaçsız, Neşeliyim Ben
Eğlenceden Eğlenceye.
Yer yüzünde akıyorum,
Hayatın yolunda keyfimce.
Doğduğum gün gibi,
Veya gün telef olmuş gibi.
Neşe ile yeni tatlara açılıyorum,
İşte bu benim ruhumu uçurur.
-Alfredo:
Aşk bu evrenin dışında bir kalp atışıdır
gizemli ve değişken
acı ve tatlı kalp atışım
-Violetta
o! o! aşk!
Çılgınlık! Neşe!

Habanera

Sabahın 4’ü gecenin demi üzerimde, oturdum tercüme edeyim dedim, umarım yanlış tercüme yoktur, her dinlediğimde beni etkiler, bence, mezzo-soprano için en güzel aria’lardan birisi habanera, yaşıtım, Malezyalı Siti Nurhelaza’dan dinlemeyi isterdim ama çok aramama rağmen bulamadım, artık diğer yaşıtım ve opera ile adaş olan Carmen Monarcha…

aşk ask bir kuştur
kimse onu evcilleştiremez
Onun düşünmen nafile
En iyisi aşkı reddetmek

Tehditlerin veya yalvaran sesin bir anlamı yok
ilk söz en güzelidir ve gerisi dilsizdir
Sessiz olan benim tercihimdir
Ben onu hayal ederken o annesini seçer

Aşk, Aşk, Aşk

Aşk çingene çocuğudur
Kanunlar! onları aşağılamaktan zevk alır
Sen beni sevmeyeceksen ben seni seveceğim
Ve ben seni seversem dikkat et!

Dikkat et!

Beni sevmezsen,
Beni sevmezsen, dikkat et!
Ve ben seni seversem Ve ben seni seversem
Dikkat et.

Dikkat et! Beni sevmezsen
Beni sevmezsen ben seni seveceğim

Dikkat et!

Ve ben seni seversem, ben seni seversem
Dikkat et!

Yemlediğini düşündüğün kuş
Kanatlandı ve uzaklara uçtu
Aşk uzaktayken seni bekletir
Vaz geçtiğinde, yolu bu değildir

Hepsi seni yuvarlar ve kanatlandırır
Gelir gider ve yine gelir
Onu yakaldığını sanırsın ve o utangaçtır
Uzak durduğunda, seni yakalamıştır

Aşk! l’amour! Aşk!

Aşk bir çingene çocuğudur
O kurallarla alay etmeyi sever
Sen beni sevmezsen ben seni seveceğim
Ve ben seni seversem dikkat et

Dikkat et!

Sen beni sevmezsen, sen beni sevmezsen, ben seni seveceğim

Dikkat et!

Ben seni seversem, ben seni seversem, dikkat et!…

Faydasız İlim

Gecenin saat 3’ü ve canım sıkıldı. Birden bu kadar işle uğraşıyoruz ama şu meşhur “faydasız ilim” nedir acaba diye bir soru kapladı içimi.

Ardından soru şu boyutu aldı, acaba faydasız ilim gerçekten var mı? Yani aslında soru “faydasız ilim” bir zarf mı isim mi sorusu kadar basit. Yani şayet zarf ise bir mazrufu var ve ancak bununla varlığını idame ettirir bununla var olur, isimse varlığı tek başına yeterlidir demek istiyorum.

Örneğin sarı bir renktir ve Farabinin felsefesine göre sıfat olduğu için varlığı bir cevhere yani maddeye bağlıdır. Örneğin “sarıyı bana gösterin” desem göstermek için ikinci bir varlığa ihtiyaç duyulur (araba sarı, masa sarı vs.) tek başına bir varlık gösteremez.

Öte yandan Leibniz’in monadolojisini yanlış hatırlamıyorsam her varlık modanların içinde, ki monadlar dünyayı kodlayan en ufak parçacıklardır, bulunmaktadır. Bu felsefeyi daha sonra “quantum safsatacıları” sahiplenmiştir ve hatta bir anlamda Star Wars efsanesindeki midi-chlorian buradan esinlenmiştir. Yani sarının varlığı için bir başka varlığa ihtiyaç yoktur o aslında her varlığın içindedir.

Şimdi soru şu, faydasız ilim kişiye göre mi faydasız yoksa hiç kimse olmasa da faydasız ilim diye birşeyin varlığından söz edilebilir mi?

Elbette ilimin varlığı epistomolojinin ilgi alanı, herhangi bir bilginin varlığı veya yokluğunu burada tartışacak değilim ama düşünüyorum da faydası olmayan bir ilim bulamıyorum. Yani aslında her ilim kullanılma şekline ve kullanan kişiye göre faydasız oluyor gibi. Aynı şekilde aynı ilimi başka birisi oldukça faydalı işler yapmak üzere kullanabiliyor.

Örneğin istanbul boğazının en dar noktasının kaç metre olduğunu bilmek benim ne işime yarar? Hiçbir işime yaramaz, bu yaşıma kadar da yarayacağı bir şey başıma gelmedi, ve gerçekten de bu yazıyı yazarken bilmiyorum. Ancak boğaz köprüsü yapacak birisi için oldukça önemli hatta bir de emlak rantı peşinde koşan emlakçıysanız çok daha önemli denilebilir.

Şimdi soru şu, ben bu bilgiyi bilmediğim için bir işime yaramadı ama acaba biliyor olsaydım yarar mıydı?

İşte sanırım bu sorunun cevabını hiç kimse veremeyecek.

Soruyu hemen tersten soranlara da söyleyeyim, yani “bildiğimiz herşey bir işe yaramıyor ki” diyenlere, dedim ya bildiğiniz şeylerin yarayıp yaramaması sadece o bilgiyi sizin için faydasız yapar, o bilginin aslında hiçbir faydası olmadığı anlamına gelmez.

Peki bu kadar şeyin sonucu nedir?

Bence sonucu şudur: faydasız ilim yoktur, ilimden faydalanmasını bilmeyen vardır, yani faydasız ilim ile kastedilen budur, ilimden faydalanmayı bilmek de yine bir ilim gerektirir. Hatta bir zamanda bir kişi için faydasız olan ilim aynı kişi için başka bir zamanda faydalı (veya tam tersi) olabilir.

Facebook resimleri

Aslında uzun süredir facebookta yayınlanan resimler hakkında yorum yapmak istiyorum. Arada girip stres atmak için güzel bir yer facebook ve bazı mesleki paylaşımlar da insanı harekete geçiriyor. Bugün itibariyle birisi aşağıdaki resmi paylaşmış:

Bu resim aslında “I am a programmer” isimli bir grubun sürekli yolladığı resimlerden bir tanesi (herhangi bir tanesi).

Önce Türkçesini verelim:

“Ben bir programcıyım. Günlerce hiç uyumadan veya çok az uykuyla çalışırım. Herzaman bildiklerimi geliştiriyorum. Teorileri gerçeğe dönüştürüyorum. Pekçok dilde kod yazıyorum. Yorulmadan karmaşıklıkları test ediyorum ve bu sayede basitliği görebiliyorsunuz”

Evet aslında güzel ve basit bir yazı gibi geliyor, belki çok sayıda benzer yazıdan sadece birisi ancak ben bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.

“Teorileri gerçeğe dönüştürüyorum” kısmı. Ne yazık ki günümüzde karşılaştığım ve kendisini programcı (programmer) kodcu (coder) geliştirici (developer) gibi isimlendiren çok sayıdaki kişide gördüğüm eksik burası. Teori yok.

Veya mühendislik eğitimi alıp yoğun matematik eğitiminden sonra teori yok denilince haksızlık olacak kişiler için de teori ile programlamanın bağlantısı yok diyeyim.

Mesela gerçekten merak ediyorum her mühendis diferansiyel denklemler dersini alır (ya da Türkiyede hemen hepsi denecek kadar yüksek bir çoğunluk diyelim) bu derste öğrenilenler ile yazılan programlar arasında bağlantı kurabiliyor muyuz? Benzer şekilde doğrusal cebir (linear algebra) veya calculus (matematik) derslerini bağını kurabiliyor muyuz?

Programlama kavramı üniversitedek giriş dersinden itibaren aslında bu teori ile gerçek hayat arasındaki bağın kurulması gereken bir kavramdır. Ne yazık ki günümüzde copy/paste programcısının sayısı hızla artıyor. Bunun en büyük sebebini ise yeterli eğitim olmaması olarak görüyorum. Sektörde hiç geçerli eğitimi olmayan “daktilo kursları” veya “ehliyet direksiyon kursları” gibi yerlerden sertifikalara alarak sektöre giren kişiler var.

Daktilo kursu da nereden çıktı demeyin çünkü gözlerimle gördüğüm bir olay, vakt-i zamanında daktilo kursu olan bir yer, artık daktilolar kullanılmamaya başlayınca önce “bilgisayarlı muhasebe” kursu sonra da yanına bir “programcılık” (kelimenin ekleri hakkında yorum yapmadan geçiyorum) sertifika programı açıp milli eğitim bakanlığından onaylı sertifika vermeye başlamıştı.

Kısacası teori yok, olan teori de uzayda bir yerlerde ve bize çok uzak, bir de tabi üstüne üstlük “biz bu dersleri neden görüyoruz ki” soruları ortalıkta dolaşıyor. Hatta eğitimi problemli çoğu üniversitede “üniversitede birşey öğrenilmez” lafları da dolaşıyor. Dolaşır tabi üniversite birşey öğretemezse başka ne lafı dolaşacak? Kimsenin de umrunda değil, zaten kalitesiz olan eğitim daha da kalitesiz olsun diye sürekli üniversite kontenjanları arttırılıyor, nasıl izin verildiği belli olmayan bir şekilde yeni üniversiteler hızla artıyor, evet mezun çok ama gerçekten bu işi üniversitede hakkıyla öğrenen var mı?

Bir de şöyle yeni bir sav var “Ben programcıyım, bilgisayar mühendisi değilim”.

Tekrar ediyorum yazılan her kod aslında arkasında derin bir teori barındırır. Her geçen gün daha derine inmek ve öğrenmek için bir fırsat. İtiraf edeyim, ben yazılan programların termodinamikle ilgisini (bkz. shannon’s information theory) yüksek lisansım bittikten sonra öğrenmiştim. O zamana kadar alakası var mı diye bile düşünmemiştim.

Birilerinin bir zamanlar söylediği üzere “Herşeyin diğer herşeyle ilişkisi vardır”, buna göre gerçekten hangi meslek kolunda olduğunuzn, veya hangi işle uğraştığınızın, ne olduğunuzun önemi yok, önemli olan yaptığınız işin ne kadar derinine iniyorsunuz? ve diğer herşeyle ne kadar bağlıyabiliyorsunuz?